Zeytin
Efsanesi
Kendisini
karşılayan sekretere ;
Nazif Bey’le
görüşmek istediğini söyledi.
Bunun
üzerine sekreter birden ciddileşti:
“Nazif Bey
mi?” dedi.
“Evet, Nazif
Bey!” diye cevap alınca, hüzünlü bir ses tonuyla
“Nazif Bey
sizlere ömür efendim, onu kaybedeli dört yıl oldu.” dedi.
Hiç
beklemediği bu haberle bir acı saplandı yüreğine.
“Ya, öyle
mi.?” diyebildi sadece.
Hicranlı bir
suskunlukla bir müddet öylece kalakaldı.
Gözlerine
hücum eden yaşlar yanaklarından süzülüp göğsüne damladı.
Kendisini
toparlayıp “Onun adına görüşebileceğim bir yakını var mı acaba?” diye sordu.
“Evet var,
oğlu Selim Bey….”.
Titrek bir
sesle “Öyleyse Selim Bey’le görüşebilir miyim?” dedi.
Görevli
hanım, insanda saygı uyandıran bu kibar beyefendiye,
“Selim Bey
oldukça meşgul bir insan, randevusuz görüşmek pek mümkün olmuyor; ama ben yine
de kendisine bir haber vereyim.” dedi ve telefona yöneldi..
Sonra
“Kim diyelim efendim?” diye sordu.
“Kendimi ona ben tanıtmak
istiyorum kızım.” cevabı üzerine sekreter dahili telefonu çevirdi.
Daha sonra mütebessim bir
çehreyle, “Selim Bey sizinle görüşmeyi kabul etti, lütfen beni takip edin.”
dedi.
Beraber merdivenden çıktılar.
İnce bir zevkle döşenmiş
geniş bir salondan geçip büyük bir kapının önünde durdular, sekreter kapıyı
açarak, ‘Buyurun!’ dedi.
O da içeri girdi.
Kendisini ayakta bekleyen
vakur ve mütebessim gence doğru hızlı adımlarla yürüdü,elini uzatarak,
“Merhaba, ben Prof. Dr.
Mehmet Baydemir.” dedi.
“Bendeniz de Selim Cebeci.
Lütfen buyurun, oturun.” dedi, genç iş adamı.
Mehmet Bey, kendisine
gösterilen yere oturur oturmaz:
“Yirmi üç yıl, tam yirmi
üç yıl.
Vaktiyle bana burs verip okumama vesile olan insanın elini öpmek için
bu ânı bekledim.” dedi ve dudakları titredi, gözleri doldu.
“Ama o büyük insanın elini
öpmek nasip değilmiş, bunun için ne kadar üzgünüm anlatamam.”
Yaşarmış gözlerini
kuruladıktan sonra Selim Beye döndü:
“Fakat en azından o büyük
insanın mahdumunun elini sıkmaktan da bahtiyarım.”
Misafirin bu sözleri
üzerine Selim Bey yerinden fırladı, kulaklarına inanamıyordu.
Kelimelerinin her biri
birer hayret nidâsı gibi dizildi cümlelerine:
“Mehmet Baydemir
demiştiniz değil mi, Tosyalı Mehmet Baydemir mi?”
Profesör, delikanlının bu
heyecanlı haline bir anlam veremeyerek başıyla “Evet” dedi.
Bunun üzerine Selim Beyin
gözleri sevinçle parladı.
“Babamla sizi uzun yıllar
aradık; ama bulamadık.” dedi.
Profesörün yanına gelerek
iki eliyle elini tuttu, candan bir dost gibi sıktı ve “Sizi karşıma Allah
çıkardı.” dedi.
Bu sözler profesörü çok
şaşırtmıştı.
“Uzun yıllar beni mi
aradınız? Peki ama neden?” dedi.
Selim Bey gülen gözlerle
profesöre bakarak “Bizdeki emanetinizi vermek için…” deyince,profesörün
şaşkınlığı iyiden iyiye arttı.
“Emanet mi?” dedi.
Selim Bey cevap vermeden
yerine geçip telefonu çevirdi.
Karşısındakine “Gelebilir
misiniz?” deyip telefonu kapattı.
Mehmet Bey, şaşkın
gözlerle Selim Bey’e bakarken kapı çalındı, odaya iyi giyimli bir bey girdi.
Selim Bey ona yanına
gelmesini işaret etti, sonra kulağına bir şeyler fısıldadı.
Gelen kişi bir şey
söylemeden geldiği kapıya yöneldi.
O çıkarken Selim Bey,
misafiriyle tatlı bir sohbete başladı.
Sohbetleri
koyulaştıkça,çehrelerindeki şaşkınlık, yerini birbirlerine hasret kırk yıllık
ahbapların yeniden buluşmalarındaki sevinç, samimiyet ve güvene bırakmıştı.
Mehmet Bey yurt dışındaki
tahsilinden, araştırmalarından ve yirmi üç yıl boyunca her yıl büyüyen memleket
hasretinden bahsetti.
Sonra Nazif Beyin
duvardaki portresini göstererek,
“Bu günlerimi şu büyük
insana borçluyum.” dedi.
“Bana yalnızca maddî
destek vermedi, mânen de beni hiç yalnız bırakmadı.
Yurt dışında tahsil
görürken yanlışa her yeltendiğimde hayalen yanımda hazır oldu.
‘Sana bunun için burs
vermedim.’ diyerek bana istikamet verdi.
Ona her namazımda dua
ediyorum.” dedi ve gözlerini Nazif Beyin duvardaki fotografına mıhladı.
Sonra gözleri portrenin
altındaki ilk anda mânâ veremediği diğer tabloya kaydı.
Son derece şık bir
çerçevenin içinde, bazı yerleri yamalı ve tamir görmüş oldukça eski bir çift
çorap duruyordu.
Biraz daha dikkatli
baktığında çerçevede bazı cümlelerin de sıralandığını fark etti:
“Bir müddet zeytin
yiyeceğiz, sonra…
“Selim Bey, kendisine bir
soru sorduğu için başını ona çevirdi; fakat aklı tabloda kalmıştı.
Selim Beye cevap verirken
tabloya bir daha baktı.
İkinci cümle de birinci
cümle gibi üç nokta ile bitiyordu:
“Bir müddet sabredeceğiz,
sonra…”
İyice meraklanmıştı.
Bu ilk görüşmeleri
olmasaydı, yanına gidip tabloyu iyice inceleyecekti; fakat bu uygun düşmez,
düşüncesiyle yalnızca sohbet arasında göz ucuyla merakını gidermeye
çalışıyordu.
Ancak her seferinde biraz
daha artan bir merakın içinde kalıyordu.
Üçüncü cümlede:
“Bir müddet yürüyeceğiz,
sonra…” diye yazıyor ve altta böyle birkaç cümle daha sıralanıyordu.
Artık aklı hep tablodaydı.
Sonunda dayanamayıp,
“Selim Bey merakımı mazur
görün.
Şu tabloya bir mânâ
veremedim.”
Selim Bey kendisine has
bir gülüş ile misafirine baktı, derin bir nefes alarak:
“Malumunuz, babam varlıklı
bir insandı.
Oldukça iyi bir hayatımız
vardı.
Sonra ne olduysa her
şeyimizi kaybettik.
O zenginlikten geriye
hiçbir şey kalmadı.
Köşkümüzdeki hizmetçiler
de gitti.
Yemekleri artık annem
yapıyordu.
Hatırlıyorum da bir sabah,
kahvaltıya sadece zeytin koyabilmişti.
O zengin kahvaltılarımıza
bedel, yalnızca zeytin…
Şaşkınlık içinde, ‘Başka
bir şey yok mu?’ diye sormuştum.
Bu soru karşısında annemin
hüngür hüngür ağlayışı gözümün önünden hiç gitmiyor.
Annemin ağlayışına mukabil
babam:
‘Bir müddet zeytin
yiyeceğiz, sonra…’ dedi ve durdu, güçlü bakışlarını üzerimizde gezdirdi,
‘Alışacağız.’ dedi.
Ve iştahla bir zeytin alıp
ağzına attı.
Birkaç gün sonra haciz
memurları gelip köşkümüzü de elimizden aldılar.
Kenar bir mahallede küçük,
eski bir eve taşındık.
Doğru dürüst bir eşyamız
da kalmamıştı.
Annem bezgin bir sesle:
‘Bu evde hiçbir şey yok!
Burada nasıl yaşayacağız.’
diye haykırdı.
Bunun üzerine babam:
‘Bir müddet sabredeceğiz,
sonra alışacağız.’ dedi .
Gittiğim özel okuldan
ayrılmış, bir devlet okuluna yazılmıştım.
Sabahleyin okula servisle
gitmeyi umarken, babam elimden tuttu, ‘Bu ilk günün, okula beraber gideceğiz.’
dedi.
Yürümeye başladık.
Okul oldukça uzak gelmişti
bana, yorulup geride kaldığımı hatırlıyorum.
Babam kim bilir hangi
düşüncelere dalmıştı.
Geride kaldığımı fark
etmemişti.
Biraz sonra fark edince
bana döndü.
İsyan dolu bakışlarımı
yüzünde gezdirdim.
Bir an bana ızdırapla baktıktan
sonra, yanıma geldi.
Bir şey söylemesine fırsat
vermeden, kızgın aynı zamanda nazlı bir tavırla, ‘Yoruldum.’ dedim.
Babam oldukça sakin bir
şekilde:
‘Bir müddet yürüyeceğiz,
sonra alışacağız.’ dedi.
Babam her sabah erkenden
çıkıyor, geç saatlerde ancak dönüyordu.
Döndüğünde ise küçük odaya
çekiliyor, bazen saatlerce orada kalıyordu.
Çoğu zaman buradan
gözyaşları içerisinde çıktığını görüyordum.
Bir gün, merakıma yenilip
babamın küçük odasına girdim.
Yerde bir seccade,
seccadenin üzerinde de bir tespih vardı.
Duvarda ise Arapça bir
ibarenin altında şu yazı vardı:
‘Allah borcunu ödeme
niyetinde olanın kefilidir.’
Babamın dediği gibi oldu,
zor da olsa zamanla alıştık.
Bu hal birkaç yıl sürdü.
Bir gün babam eve çok
farklı bir yüz ifadesiyle geldi.
Ağlamaklı bir yüz ifadesi
vardı.
Her birimize bir paket
getirmişti.
Köşkten ayrıldığımız
günden beri ilk defa paketlerle eve geliyordu.
Bizi bir araya topladı.
‘Bugün, benim için ne
mânâya geliyor biliyor musunuz?’ dedi, kelimeleri boğazına düğümlendi,gözlerine
yaşlar hücum etti.
Sözlerini kesmek zorunda
kaldı.
Her birimize
hediyelerimizi teker teker verdi ve bizi ayrı ayrı kucaklayıp yanaklarımızdan
öptü, kendisi de bir koltuğa o turdu.
Cebinden gazeteye sarılı
bir şey çıkardı.
O sırada da ağlıyordu.
Hepimiz şaşkınlık içinde
babama bakıyorduk.
Gazeteyi açtı, içinden bir
çift yeni çorap çıkardı.
Bu gözyaşlarıyla, bir çift
çorabın alâkasını kurmaya çalışırken babam, beklemediğimiz bir şey yaptı.
Çorabı burnuna götürdü,
kokladı, kokladı.
Arkasından hıçkırarak
ağlamaya başladı.
Hepimiz şok olmuştuk, tek
kelime bile söylemeden bekledik.
Babam nihayet kendisini
topladı ve ‘Bir zaman önce, büyük bir borcun altına girmiştim.
Borcumu ödeme niyetiyle
yeniden çalışmaya başladığım zaman kendi kendime ‘bütün kazancım, borçlarımı
ödeyinceye kadar alacaklılarımın hakkıdır.
Onların hakkını vermeden
ayağıma bir çorap almak bile bana haram olsun.’ demiştim.
Bugün ise, Allah’ın
yardımıyla, borcumu bitirdim.
Artık kimseye tek kuruş
borcum kalmadı.” dedi.
Sonra gözyaşları içinde
ayağındaki çorapları çıkarıp yeni çoraplarını giydi.
Ben de o eski çorapları
hem aziz bir baba yadigârı, hem de bir ibret nişanesi olarak sakladım.
Bu çoraplar her gün bana:
Paralarını ödeyinceye
kadar bütün kazancım alacaklılarının hakkıdır.’ diyor”.
Selim Beyin bakışları
bilinmez âlemlere dalarken o, nemlenen gözlerini kuruladı, sonra dönüp
duvardaki siyah-beyaz fotografa hayran hayran baktı.
“Babanız sandığımdan da
büyükmüş Selim Bey.
Ben olsaydım öyle müreffeh
bir hayattan sonra anlattığınız gibi bir darlıkta, herhalde çıldırırdım.”
Selim Beye döndü ve “Siz
ne yapardınız?” diye sordu.
Selim Bey kendisine has
tebessümü ile:
“Bir müddet zeytin yerdim,
sonra…” dedi ve gülümsedi.
O sırada kapı çalındı,
biraz önceki beyefendi elinde bir kutuyla içeriye girdi.
Kutuyu Selim Beyin
masasına bırakıp çıktı.
Selim Bey yerinden kalkıp
kutuyu alarak Mehmet Beye uzattı.
‘Buyurun, yıllarca size
vermek istediğimiz emanetiniz.’ dedi.
Mehmet Bey bilinmez
duygular içerisinde kutuyu açtı.
İçinden kadife bir kese
çıktı.
Keseyi açıp içini kutuya
boşalttığında merakı iyiden iyiye arttı.
Keseden birkaç tane
cumhuriyet altını ile bir not çıkmıştı.
Mehmet Bey hassasiyetle
katlanmış kâğıdı açıp okumaya başladı.
Sevgili Mehmet Bey oğlum,
Bazen istediğimizi
yaparız, çoğu zaman da mecbur olduğumuzu…
Tahsil hayatınız boyunca
size burs vermeyi taahhüt etmiştim.
Ancak eğitiminizin son
altı ayında size burs verme imkânını bulamadım.
Bir müddet sonra
imkânlarıma yeniden kavuştum; lâkin bu sefer de size ulaşamadım.
Dolayısıyla size
borçlandım ve borçlu kaldım.
Eğer böyle bir borcu
gözyaşı ve ızdırapla ödemek mümkün olsaydı, ben bu borcu fazlasıyla ödemiş
olurdum.
Zira sevgili oğlum, bu altı
aylık zaman diliminde bursunu verememenin ızdırabıyla kaç gece ağladım onu
Rabb’im bilir.
Her neyse, bursunuzu
tarihlerindeki değeriyle altına çevirdim.
Bu altınlar sizindir.
Bunlar elinize
ulaştığında, borçlarımın tamamını ödemiş olacağım.
Sevgilerimle, Nazif
Cebeci.
Mehmet Bey neye uğradığını
şaşırmıştı.
Bu büyük insanın yüceliği
karşısında bir çocuk gibi yalnızca ağlıyor, ağlıyordu.
Selim Bey de bir hayli
duygulanmıştı.
Onun da yanaklarından
yaşlar süzülüyordu.
Bir ara yaşlı gözlerle
babasının siyah-beyaz portresine baktı.
Kendisine yıllarca hüzünle
bakan gözleri, bu sefer sevinçle bakıyor gibiydi…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder